Everybody dies, we all die, everything we ever care about will disappear, so what's the fucking point of living?

19 Haziran 2011 Pazar

I Felt A Great Disturbance In The Force

Blog'a bir şeyler oldu. Bir farklılık falan var. Mesela; sağ tarafta görülen Dead Of The Month (Ayın Ölüsü) şeysinin altına ICDeddBirds adlı birinin Twitter'a yazdığı son şeyler eklentisi eklendi. Beğenip de "ha bire bakayım ne yazıyor bu" derseniz altında Follow tuşuna basıveriniz; dileğiniz 3 vakte kadar gerçekleşecektir. Ama siz siz olun daima ne dilediğinize çok dikkat edin. Pişman olabilirsiniz. Başka bir değişiklik de yazılarda oldu; mesela artık ana sayfada 3 tane yazı görünüyor, gerisi için sağa sola tıklamanız gerek, normal olarak, bildiğiniz gibi. Bir de bu yazıların ana sayfada görünen kısımlarını kısalttım böyle, artık yazıların ilk paragrafları görünüyor sadece ana sayfada, gerisi için Life. Death. Beyond. yazısına tıklamayı ihmal etmeyin. Bayinizden ısrarla isteyin.

Böyle anlamsız bir blog'a ilk kez hadi bilemedin ikinci kez girenler ve bu gibi nedenlerle "neler oluyor burada" diyenler varsa hatırlatayım; mesela okuduğunuz yazıyı altındaki Funeral kısmından Open Casket (yazıyı sevdiyseniz) veya Closed Casket (sevmediyseniz) seçeneklerinden biriyle işaretleyin ki haddimi bileyim. Sonra altındaki paylaşma zımbırtılarıyla başkalarına da yayın ki, onlar da gerektiğinde haddimi bildirsinler. Sonra bir de fikrinizin olduğu konulara yorum yapın ki; ortalık şenlensin. Her ay başı uğrayıp, Ayın Ölüsü'ne de bakmayı unutmayın, yazık, orada yer almak için tüm bir ay çok çalışıyorlar.

İşte böyle. Hadi şimdi yukarı köşeden kırmızı X işaretine basın da, gidin daha yararlı, başka işlerle uğraşın. Güç sizinle olsun. Öptüm.

31 Mayıs 2011 Salı

En Özel Fantazim


Başlığa bakıp da heyecan yapanlar ya da fotoğrafa bakıp da baya kalabalık bir outdoor grup olayı (ki hepsi maalesef sap) sananlar varsa, üzülerek belirtmek istiyorum ki; maalesef pek öyle bir yazı olmadı bu.

22 Mayıs 2011 Pazar

Ölene Kadar Dinleyeceğin Sadece Bir Tane Şarkısını Seç Deseler

Kesinlikle, Yalnızlık Senfonisi'ni seçerdim, Sezen Aksu'nun..

"anladım sonu yok yalnızlığın
her gün çoğalacak
her zaman böyle miydi bilmiyorum
sanki dokunulmazdı çocukken ağlamak
alışır her insan alışır zamanla kırılıp incinmeye
çünkü olağan
yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmak

yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
bekliyorum bekliyorum bekliyorum
haydi gelin üstüme korkmuyorum

bulutlar yüklü ha yağdı ha yağacak üstümüze hasret
yokluğunla ben başbaşayız nihayet"


30 Nisan 2011 Cumartesi

İntahar Mektubum


Her zamanki gibi gereksiz düşünceler müdürü olaraktan bu sefer de acaba şu an intihar etmeye kalksam ardımda bırakacağım mektupta nelerden bahsederdim diye düşündüm. Ne kadar gerekli değil mi?! Öncelikle çok uzun bir mektup olmazdı heralde. Hoş, hayatımda hiç mektup da yazmadım aslında. Gitmeden önce hayatımda iki ilk yaşamış olacaktım böylelike. İkincisini yaşamaktan sayarsak tabii. Acemice olacağı kesin mektubun. Masaya koymalıyım, şöyle görünür şekilde. Kağıt olarak sarı saman kağıt gibi bir şey seçerdim herhalde. Daha hoş ve etkileyici olurdu. Dolma kalemle başlardım yazmaya. İntihar sebebini yazmamak en önemlisi. Ardımda sırlar kalmalı. Ardımda bırakacağım hayatla ilgili epik sözler yerine direkt kişi ve olaylara yönelirdim sanırım.

26 Nisan 2011 Salı

Terapi Gibi Dizi In Treatment

Doktor-Hasta Gizliliği'ni yerle bir eden yapım In Treatment, 3 sezondur izleyicileri bambaşka hayatlara davet ediyor. HBO'nun 2008'de başlayan bu farklı ve özel yapımının yarım saatlik bölümleri sadece bir psikolog ve hastasının terapi seanslarından oluşuyor. Evet, her bölüm, bir hastanın Doktor Paul Weston'ın ev/ofis'ine gelişiyle ve belki de hayatta kendini en güvende, en ait hissettiği o koltuğa oturmasıyla başlıyor ve yaklaşık yarım saat boyunca süren seans sonunda bitiyor. Sadece sohbetle geçiyor o yarım saat, -genelde- başka da bir şey olmuyor ancak o bambaşka hayatlara ortak olan bizleri, konuşulanları yaşamışçasına ya da herhangi bir dizideki gibi seyretmişçesine derinden etkileyerek tamamlanıyor. Görünürde sessiz, sakin ama özünde oldukça fırtınalı bir dizi, farklı bir deneyim In Treatment.

22 Nisan 2011 Cuma

The Single Elephant Man

Farkettim ki son izlediğim iki filmin de adı "man" ile bitiyor. İlki Tom Ford'un özellikle görüntüde harikalar yarattığı A Single Man'i. Diğeri de David Lynch ustanın belki de en anlaşılır ama o keyif kaçırıcı tarzını yine her anında hissettirdiği etkileyici filmi The Elephant Man. Aklıma "The Single Elephant Man" kombinesi geldi bugün ikincisini izlerken. Uydu da. Neyse, son günlerdeki halet-i ruhiyemin getirdiği dürtüyle raftan şuursuzca alınıp DVD Player'ıma giren bu iki film neden böyle birer adam hikayesi anlatan, birbirinden oldukça farklı olsalar da sanki derinlerde bir yerlerde birbirlerine teğet geçtikleri noktalar varmış gibi gelen, ve bir şekilde bana da değiyorlarmış gibi olduklarını düşündüğüm iki değerli eser, bilemedim. Belki de bilmesem daha iyi.

15 Nisan 2011 Cuma

It's The First Time I've Felt Like Something Is Mine Like I Have Something To Give

took a drive into the sprawl
to find the house where we used to stay in
couldn't read the number in the dark
you said "let's save it for another day"
took a drive into the sprawl
to find the places we used to play
it was the loneliest day of my life
you're talking at me but i'm still far away
let's take a drive
through the sprawl
through these towns they built to change
then you said, "the emotions are dead"
it's no wonder that you feel so strange
cops showing their lights
on the reflectors of our bikes
said, "do you kids know what time it is?"
well sir, it's the first time i've felt like something is mine
like i have something to give
the last defender of the sprawl
said, "well where do you kids live?"
well sir, if you only knew
what the answer is worth
been searching every corner
of the earth..

Sprawl I (Flatland) - Arcade Fire

11 Nisan 2011 Pazartesi

İyi Ki Doğdun Şebnem Ferah

Bugün 12 Nisan, Şebnem Ferah'ın doğum günü. Ama biz üç gün önce yani 9 Nisan'da kutladık, Cumartesi günü İzmir Arena'da verdiği konserinde. Açıkçası ne günden, ne bir şeyden haberim vardı, bizim için de sürpriz oldu herkes ellerindeki "İyi ki doğdun Şebnem :)" yazan kağıtları açıp çığlık çığlığa bağırmaya başlayınca. Bu da ilk şarkının bitimine denk geliyor tam olarak. İlk şarkı olarak hiç beklemediğim Çocukken Sahip Olduğum Kırmızı Rugan Ayakkabılar'ı söyledi. Boydan boya simsiyah olan kıyafetinin altına belki de hiç uymayan kıpkırmızı parlak simli ayakkabılarını göstere göstere. Belki de bu yüzden bu şarkıyla açılış yapmak istedi, kim bilir?

8 Nisan 2011 Cuma

Hayat Ne Tuhaf Kuşlar Filan


Açtım bu blog'u yazacak bir şey bulamıyorum. İyi mi?! Oysa neler neler vardı aklımda, neredeler şimdi? Neyse, sonuçta günlük değil mi bu, ben de öyle havadan sudan saçmalama kararı aldım. Maksat bir şeylerden bahsetmiş olmak.

21 Mart 2011 Pazartesi

Sepya


Her şey shuffle'daki 2242 şarkı içinden denk gelip derin derin düşündüren tek bir şarkı yüzünden. Moby, aslında hiç sevmediğim bir adamdır. Yaptığı müzik bana hiçbir zaman uymamıştır. Ya da ben ona uyamamışımdır. Bu yüzdendir ki sadece tek bir şarkısını bilir, sever ve dinlerim. O da Slipping Away'dir.

Beni az çok bilenler fotoğraflarla aramın iyi olmadığını da bilirler. Çekmeyi de, çekilmeyi de, sonra çıkarıp bakmayı da sevmem pek. Özellikle bu çıkarıp bakma kısmından dolayı aramız bozulmuştur zaten işte. Çünkü fotoğraflar eskimeye mahkumdur. Ve biz anca eskidikleri zaman dönüp bakma ihtiyacı duyarız onlara. İşte bu da beni en çok üzen şey herhalde hayattaki. Aslında bunun kökleri 1 saniye bile öncesine dönemememiz gerçeğine dayanıyor diyebilirim. Dönemiyoruz işte. Bunu fotoğrafla, videoyla onunla bununla gerçekleştirmeye çalışmanın bir anlamı yok. "An'ı ölümsüzleştirmek" zırvasına da hiç gelemiyorum. Hiçbir şey ölümsüz değil ne yazık ki. Kendimizi kandırmanın alemi yok.

15 Mart 2011 Salı

Böyle Utanmazlığa Can Kurban

Showtime uzun zamandır gözde kanallarımdan biri oldu çıktı. Dexter, Weeds, Californication, The Tudors, Nurse Jackie, United States Of Tara, The Big C falan derken son derece dikkate değer işler çıkardığı bir gerçek. Bunlara yeni ekleneni de Shameless hiç şüphesiz.

4 Mart 2011 Cuma

Çok Mühim Anket Sonuçları Ve Bir Takım Konularda İç Dökümü

Ani bir gazla ilgilenmeye başladığım blog'uma bir süredir vakit ayıramadım. Bir süre de ayır(a)mayacağım galiba. Geçtiğimiz hafta Oscar'ı ve tören öncesinde açtığım o muhteşem anketi atlattık. Gördüğü yoğun ilgiden dolayı gururlanan anketçiğin sonuçlarını, oy kullanan o büyük kitle belki merak ediyordur diye açıklama gereği duydum, üzülmesinler şimdi.

25 Şubat 2011 Cuma

Kral Bile Olsan İnsansın Nihayetinde İşte

Bir insanın tüm hayatını etkileyebilecek, bir çok şeye engel olacak, bazen onu hayattan soğutacak bir rahatsızlığının olmasını en iyi bilebilecek kişilerden biri olarak görüyorum kendimi.. The King's Speech belki de bu yüzden beni çok etkiledi, bana çok yakından sokuldu ve beni mutlu etti.. Daha önce üzerinde pek düşünmediğim kekemelik, farkettim ki hakikaten çok can sıkıcı durumlardan biriymiş.. Bunun bir de böylesine önemli bir kişiliğin başına gelmiş olması oldukça ilginç bir hikaye çıkarmış ortaya.. Su gibi akıp giden, insanı hiç sıkmayan, sessiz sedasız ama taş gibi bir film olmuş The King's Speech..

24 Şubat 2011 Perşembe

Hanım Koş! Anket Var

Yapmazsam çatlardım.. Ama biraz geç oldu gerçi.. 3 günlük Oscar anketine katılmanızı dilerim.. Katılmazsanız da canınız sağolsun, bir sürü sitede zaten var, onların sonuçlarıyla idare ederiz.. :)

23 Şubat 2011 Çarşamba

Boyle, Böyle Filmler Yapsın Canımı Yesin

Dikkat! İzlemediyseniz Okumayın!

127 Hours, sürpriz bir şekilde çok beğendiğim bir film oldu.. Yönetmen Danny Boyle, çok fazla filmini izlemediğim biri olmakla birlikte beğenmediğim ve çok büyütüldüğünü düşündüğüm son işi Slumdog Millionaire'den sonra azıcık nefretimi kazanmış biriydi.. Açıkçası 127 Hours'ın da onun filmi olduğunu bir kaç hafta öncesine kadar bilmiyordum bile, büyük ayıp aslında.. Fragmanını da ilk kez Black Swan öncesi görmüştüm ve açıkçası ilgimi çekmişti.. Merakla beklediğim bir film haline gelmişti..

Ne Kaldı Şunun Şurasında Oscar'a?

He valla ne kaldı? 3-5 gün.. Heyecan dorukta.. Her sene yapmaya çalıştığım şeyi bu sene de yapamadım.. Bir sürü laflar hazırladığım dağıtımcı şirketler nedeniyle yine aday olan tüm filmleri sinemada izleyememiş olmamdan ötürü amacıma tam olarak ulaşamamış olsam da 10 adaydan sadece 2 tanesini olması gerektiği mekanda izleyemeyerek çok yaklaştım sayılır zafere.. Aslında şu an izlemem gereken 3 film var; biri vizyona girmeyi bekliyor; True Grit.. Kalanlardan en çok merak ettiğim de o aslında.. Diğer ikisi de The Kids Are All Right ve Winter's Bone.. Bu ikisini ev ortamında izlemek durumundayım, ayrıca en az merak ettiğim ve en isteksizce izleyeceğim filmler de yine bunlar.. Önyargılı olmak kötü bir alışkanlığım, umarım beni yanıltırlar, sonuçta bir şekilde aradan çıkarmalıyım onları da..

22 Şubat 2011 Salı

Kendi Blog'u Olduğundan Bihaber Amnezik.

"Her şey biter.. Ama önce başlamaları gerekir."
Şimdi ben yıllarca bu blog olayına karşıydım, diğer pek çok internet şeysine karşı olduğum gibi.. Aah ah, ne zamanlardı.. Pek çok şey değişti sonradan, önleyemiyoruz bazen; görüşlerim, düşüncelerim, tutumlarım değişti pek çok konuda.. İnternet de onlardan biri oldu.. Aslında pek çok platformda değişik şekillerde yazılar yazdığım, bir şeyler paylaştığım oluyordu, bilen bilir.. Popüler olana karşı olmak da değil de, ne bileyim, böyle bir üşengeçlikti belki de bu tarz şeylerle uğraşmamak.. Yoksa Ekşi Sözlük yazarlığı ya da ilk açıldığı zaman kaçıyormuş gibi hemen bir Facebook hesabı oluşturmak ne anlama gelirdi? Sonra kapattık tabii hesabı (olması gerekenmiş gibi "tabii" demiyor muyum bir de, ahah) ama ardından Twitter çıkageldi; ne güzel şey! Az ve öz.. Sonra Facebook'a geri döndüm.. Ama Twitter her zaman için favorim kaldı (kill the bird!) Eski alışkanlıklarımın da değişmeye başladığını farkettim.. Üzüldüm.. DVDHaber adlı pek güzel sinema platformunda neler neler konuşuyorduk, hayattaki en sevdiğim şey sinema hakkında ne güzel paylaşımlar oluyordu.. Gitgide zayıfladı ama işte, son zamanlarda da ben elimi eteğimi çekmiş gibi oldum.. Ardından 22dakika'da dizilerle ilgili yazdıklarım geldi, gelecek daha da inşallah ama yine de bir şeyler eksik gibi.. Neyse, geçenlerde bir zamanlar çok hoşuma giden bir blog'u tekrar bulmaya çalışırken farkettim ki benim de bir blog'um varmış! Gerzekçe bir isimle açmışım ne zaman olduğunu hatırlamadığım bir zamanda, resim falan koymuşum böyle sanal benliğimin gerektirdiği şekilde.. Baktım içimi dökmeye Twitter'ın 140 karakteri yetmiyor, Facebook'a hala daha ısınamadım; varlığını bir türlü anlamlandıramasam da hayatımdaki yerini öylece işgal etmeye devam ediyor kenarda, DVDHaber desen eski halinden eser yok, dedim ki şu blog'a bir el atayım, öyle boşuna açılmış olmasın (ya da bir gün el atacağım için önceden açılması gerekiyordu belki de, bilemedim şimdi) Bakalım ortaya neler çıkacak, bakalım ölü insanlar gören adam başka neler de görüyormuş.. Ben de merak ediyorum..

"O halde; hadi başlayalım!"