Everybody dies, we all die, everything we ever care about will disappear, so what's the fucking point of living?

23 Şubat 2011 Çarşamba

Ne Kaldı Şunun Şurasında Oscar'a?

He valla ne kaldı? 3-5 gün.. Heyecan dorukta.. Her sene yapmaya çalıştığım şeyi bu sene de yapamadım.. Bir sürü laflar hazırladığım dağıtımcı şirketler nedeniyle yine aday olan tüm filmleri sinemada izleyememiş olmamdan ötürü amacıma tam olarak ulaşamamış olsam da 10 adaydan sadece 2 tanesini olması gerektiği mekanda izleyemeyerek çok yaklaştım sayılır zafere.. Aslında şu an izlemem gereken 3 film var; biri vizyona girmeyi bekliyor; True Grit.. Kalanlardan en çok merak ettiğim de o aslında.. Diğer ikisi de The Kids Are All Right ve Winter's Bone.. Bu ikisini ev ortamında izlemek durumundayım, ayrıca en az merak ettiğim ve en isteksizce izleyeceğim filmler de yine bunlar.. Önyargılı olmak kötü bir alışkanlığım, umarım beni yanıltırlar, sonuçta bir şekilde aradan çıkarmalıyım onları da..

En İyi Film kategorisi adayı olan 10 filmi izlemeye Toy Story 3 ile başladım geçtiğimiz yaz.. Serinin hayranı ve son ayağını merakla bekleyenlerden biri olduğum için tabii ki aday olacağını bilmeden koşa koşa gidip izlemiştim.. Aynen bu şekilde izlediğim diğer iki film de Inception ve The Social Network'tü.. Daha sonra bana o ana kadar hiç yapmamış olduğum bir şeyi yaptıran Black Swan geldi.. O kadar merak ediyordum ki Aronofsky'nin yeni marifetini ve o kadar çok güzeldi ki Natalie Portman kuğu haliyle, vizyon tarihini bekleyemeden olabilecek en kötü kaliteyle bir gece ansızın izleyiverdim güzelim filmi.. Nasıl rahatsız bir durumdu aslında.. Hoş, gerçi artık "herkes" vizyondan önce izlemiyor mu filmleri güzel ülkemde?! Neyse, Black Swan ile münasebetim sadece bununla kalmayacaktı tabii ki.. Ama beklemiş olsaydım da tören gecesinden iki gün önce anca izleyebilmiş olacaktım.. Ne kabus!

Araya giren Almanya kaçamağı ve diğer filmlerin yine "anca" Şubat ayı içerisinde vizyona girecek olması nedeniyle ara vermek durumunda kaldım Oscar maratonuna.. Almanya'da sinema deneyimi yaşamak için, dilini anlamadan da keyifli vakit geçirmek amacıyla izleyebileceğim, önceden bildiğim bir film arayışının sonucunda o dönem orada vizyonda olan tek bir film karşıma çıkmıştı; Black Swan.. Perdede izlemek muhteşem bir deneyimdi, ne çok görsel ve işitsel ayrıntıyı kaçırmışım halbuki ilk izleyişte.. Bir kez daha hayran kalmıştım filme.. Salondan çıktığımda "wunderbare!" diye haykıracaktım neredeyse.. Ardından yurda döndükten sonra arka arkaya vizyona giren filmleri izlemeye başladım nihayet.. İlk The Fighter, ardından 127 Hours ve son olarak bugün The King's Speech.. Her biri hiç kuşkusuz kendi çapında belli bir seviyenin üzerinde yer alan yapımlar.. Tabii ki bazıları daha öne çıkıyor zevklerim doğrultusunda ama hiçbirinde ne verdiğim paraya üzüldüm, ne de mouse'u ekranın altına sürükleyip filmin sonuna ne kadar kaldı diye baktım (ki bu konumdaki tek film Black Swan olduğundan bu mümkün bile değil) Şu an için hepsi en azından adaylığı sonuna kadar hakeden eserler kesinlikle.. Neyse ki..

Ve çok az kaldı dananın kuyruğunun kopmasına, bu kısa zamanda 10 filmi de tamamlayıp, favorilerimi belirleyecek kıvama geleceğim inşallah.. Ama bu işin en güzel yanı tabii ki yaklaşık 20 saat süren o müthiş yolculuk olsa gerek.. Aday olmuş olmaları aslında bir bahane belki de..

Hiç yorum yok: