Everybody dies, we all die, everything we ever care about will disappear, so what's the fucking point of living?

22 Nisan 2011 Cuma

The Single Elephant Man

Farkettim ki son izlediğim iki filmin de adı "man" ile bitiyor. İlki Tom Ford'un özellikle görüntüde harikalar yarattığı A Single Man'i. Diğeri de David Lynch ustanın belki de en anlaşılır ama o keyif kaçırıcı tarzını yine her anında hissettirdiği etkileyici filmi The Elephant Man. Aklıma "The Single Elephant Man" kombinesi geldi bugün ikincisini izlerken. Uydu da. Neyse, son günlerdeki halet-i ruhiyemin getirdiği dürtüyle raftan şuursuzca alınıp DVD Player'ıma giren bu iki film neden böyle birer adam hikayesi anlatan, birbirinden oldukça farklı olsalar da sanki derinlerde bir yerlerde birbirlerine teğet geçtikleri noktalar varmış gibi gelen, ve bir şekilde bana da değiyorlarmış gibi olduklarını düşündüğüm iki değerli eser, bilemedim. Belki de bilmesem daha iyi.

A Single Man'i daha çok sevdim ben. Eşsiz bir deneyim sunuyor. Özellikle sinematografik açıdan. Kendimi atmosfere o kadar kaptırdım ki, hikayenin çok da önemi kalmadı aslında, ki hakkını vermek gerek; o da çok iyi. Her ne kadar kendimi yerine koyabileceğim bir karakter sunmasa da. Sunması da gerekmiyor tabii. Lafı uzatmadan diyeceğim o ki; çok değerli, özel ve farklı bir iş çıkmış ortaya. Beğendim ben.

Aradan bir kaç gün sonra bugün, The Elephant Man düştü ekrana. Eski ve siyah beyaz oluşu sanıyorum, içine giremememe neden oldu. Uzun bir süre haline üzülmem gereken Fil Adamcağıza etkilen(e)meden baktım durdum. Sadece final biraz üzdü, ama umduğum kadar değil. Nihayetinde gayet iyi bir filmdi ama beklediğimi bulamadığımı ne beklediğimi de sorsanız doğru düzgün bir cevap veremeyeceğimi belirterek söylemek isterim. David Lynch çok arıza adam valla. The Elephant Man'den daha çok sevdiğim ve belki de çok az anlayabildiğim eserleri var ama bu düpdüzgün kurgulu filminde bile kullandığı kopuk kopuk sahneleri, kamera açıları, aralarda giren tuhaf kısa sekansları sayesinde o alışılmış huyundan asla vazgeç(e)meyeceğinin işaretlerini de göstermiş ya, "helal" dedim adama. Seviyorum ve anlamaya çalışıyorum kendini. Anlayamayacağım ama. Üstesinden gelemeyeceğim bir şey daha.

İnzivaya çekildiğim şu bir haftada tek bir dizi bölümü izledim, o da yeni başlayan Game Of Thrones. Uzun zamandır çektiğim fantastik edebiyat açlığını gayet tatminkar bir şekilde gidereceğini düşünüyorum ilk bölüm itibariyle. Açılış jeneriğine hasta oldum daha ilk başta. Görsellik üst düzey, tam HBO'dan beklenecek bir kalite. Konu da ilgi çekici. İzlenir dedim ve notunu verdim. İzleyin siz de. (Bir süredir dizileri çok boşladım, eskisi gibi değilim artık, üzücü bu)

Ve son olarak fena takıldığım bir şarkı var bahsetmek istediğim; Adele'in Someone Like You'su. Orada burada videosunu falan paylaştım, hayranlığımı dile getirdim ama gerçekten birden bire çarptı ve etkisi hala sürüyor; tekrar değinmemek elde değil. Dönüp dönüp onu dinliyor buluyorum kendimi. Muhteşem bir ses ve harika sözler. Aslında anlattığı hikayeyle hiçbir ilgim olmayan ben'i neden bu kadar etkiledi bu şarkı bilmiyorum, A Single Man etkisi diyorum ben buna, etkilemesi için beni anlatması gerekmiyor yine değil mi? Her zaman demişimdir; "en son gözyaşı dökeceğim şey aşk acısıdır" diye (aman çok önemli laf). Duygusuz da değilim ama ne bileyim, aşk-meşk, bunlar boş şeyler. Ağlanır mı hiç? Ama Adele ağlamış, ağlamış herhalde, kalkmış yazmış bunları, söylemiş bir de içten içten; etkilenmemek elde değil. "Dinleyin, dinletin efenim" diyerek, sözlük entry'si kıvamında son noktayı da koyayım o halde. Benden şimdilik bu kadar. Haydi eyvallah.

Hiç yorum yok: